19 Ekim 2024 Cumartesi

Öğretmen, Anlamına Uygun Kişi Demektir

Öğretmen, Anlamına Uygun Kişi Demektir / Anılar 5
Hasip Pektaş, Ekim 2024


“Öğretmen”, görevi “öğretmek” olan kişi demektir. Ne öğreteceği bilgi dağarcığına bağlıdır. O bir fabrika işçisi gibi rutin şeyleri yapan kişi olamaz. Önce kendi meraklı olacak ki öğrencilerini meraklandırabilsin. Kısaca rol model olacak ki yıllarca unutulmayacak. Kaçımız ben bunu ilkokul öğretmenimden öğrendim diyebilir? Semire Yılmaz diyebimekte. Bu anı aslında Semire'nin ama beni o kadar duygulandırdı ki kalem almadan edemezdim. Tarihe not düşülecek bir olay çünkü. 


Bu anı belki öğretmenlik mesleğini çok sevmemden, belki öğretmenliğini layıkıyla yapan birine rastlamaktan, belki de tanınması için yıllarımı verdiğim "ekslibris" in bir köy öğretmeni tarafından öğretiliyor olduğunu duymaktan çok anlamlı ve çok değerlidir.

Çukurova Üniversitesi, İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi Semire Yılmaz'dan bir mail aldım. "Mezuniyet projem kapsamında, Ekslibris Sanatıyla ilgili sizinle konuşmak, sanatı yakından tanımak istiyorum. Dönüş yaparsanız çok sevinirim." diyordu. Sorularını yazmasını istedim. İyi de hazırlanmış. Belli ki araştırmış. Kısa sürede uzun yanıtlarımı yolladım. Bir de; "Sevgili Semire, beni iyi çalıştırdın. Hadi bakalım umarım işine yarar. Ekslibrisi nasıl öğrendin? Nerden aklına geldi mezuniyet projesi için? Görselleri nasıl halledeceksin? En önemlisi Raporun bittiğinde bir kopya da bizim için çoğaltıp bana yolla lütfen. Müzeye koyacağım. Diğer tezlerin yanına. http://www.aed.org.tr/tr/tezler/" dedim. Yanıt gecikmedi: "Merhaba Hocam, Anlattığınız tüm deneyimler ve verdiğiniz cevaplar benim için çok önemliydi. Benimle paylaştığınız için teşekkür ederim. Fotoğraf için de sizlerden, kendi fotoğrafınızı ve birkaç tane bu sanat ile benimle paylaşmak istediğiniz fotoğrafları isteyecektim ( hiçbir yerde paylaşılmamış olursa benim için daha iyi olur) Haberim hazır olduğunda mutlaka sizinle paylaşacağım. Bu konuyu seçme sebebimi size tüm şeffaflığı ile anlatmak isterim. İlkokul 3. Sınıftayken, kimsenin okumadığı bir hikaye kitabını okuduğum için çok sevdiğim bir öğretmenim (Bu sanata ilgi duyuyordu) benim defterime ekslibris sanatı ile ismimi yazıp kitabımı süslemişti, çok özen göstermişti. Tabi ben bu sanatın adını bilmiyordum. Açıkça söyleyeyim böyle bir sanat olduğunu bile çok sonradan öğrendim. O öğretmenimin yaptığı son dersti ve bana anı olarak kalacaktı. Köy okulunda olduğum ve öğretmenimi bir daha göremeyecegimi bildiğim için o benim çok güzel bir anı, hatıra olarak kalacaktı. Ancak o dönemde akran zorbalığına maruz kaldığım için, eve döndükten sonra kitabımın o sayfasını yırtıldığını gördüm. Çok üzüldüm. Ara sıra aklıma gelir ve üzülürüm. Mezuniyet projemle ilgili haber konusu üzerine düşünürken, sanırım biraz fazla geriye gittim ve aklıma bu anı geldi. Araştırdım ve bu alanda sizin önde gelen isimlerden biri olduğunuzu öğrendim. Sizinle iletişime geçtim. Çok teşekkür ederim verdiğiniz cevaplar için."

Çocuk şimdi beni yüreğimden vurdun. Kim etkilenmez? "O öğretmenin adını adresini istiyorum. Ne yap ne et bul lütfen. Sevgiler." yazdım. Ama ağlamaklı oldum. Bu satırları yazarken de gözlerim nemlendi. 1971 yılında ilkokul öğretmenliği yaptığım Çorum Sungurlu Körkü Köyü'ne gittim bir an. Bahçede suluboya resim yaparken çocukların etrafımı sargası geldi gözümün önüne.

Umarım o değerli öğretmene ulaşırım. Haberleşirim. Onun elinden de kalbinden de öpmek isterim. Ne mutlu eğitim ordusunda böyle duyarlı, sorumluluk sahibi öğretmenler hala var. Olmasın mı? Atatürk boşuna mı emanet etmiş bizleri öğretmenlere. "Öğretmenler; Yeni nesli, Cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve eğitimcilerini, sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil, sizin eseriniz olacaktır."  ve de "Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenden, eğiticiden mahrum bir millet, henüz bir millet adını alma yeteneğini kazanamamıştır." diye boşuna mı demiş yüce önderimiz.

Devamını o adını bile bilmediğim öğretmen ile tanıştıktan sonra yazacağım. Beklemedeyim.





27 Ağustos 2024 Salı

Seni Görmişem

"Seni Görmişem" / Anılar 4

Hasip Pektaş, Ağustos 2024

1974 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü'nden 60 kişi mezun olmuştuk. Başarılı olanlardan 10 kişi Öğretmen Okulları için seçilmiştik. 24.07.1974 tarihinde Muş Kız İlköğretmen Okulu'na atanmıştım. 03.11.1975 tarihine kadar Resim-İş ve Sanat Tarihi öğretmeni olarak Muş'ta çalıştım. Öğretmenlik yaşamımın en unutulmaz anlarıydı. Eğitime susamış, istekli öğrencilere bir şeyler kazandırmak mutluluk veriyordu. Bazı öğrenciler bekar evimize ziyaretimize gelirdik, birlikte yemek yerdik, sohbet ederdik. Muş'ta çalışmanın zorlukları da vardı. Şubat tatilinden döndüğümde küçük bekar evimizin kapısını karlarla kaplı bulmuştum. Damlardan kürünen karlar sokağı doldurmuş, dam hizasına kadar kar yığılmıştı. Komşudan bir kürek isteyip dakikalarca kapı önünü açmaya çalışmıştım. Bunu unutamam. Bir de bazı soğuk günlerde sobayı yakmayı üşenip pantalon ile yatağa girdiğimi hatırlarım. 1,5 yıl sonra mahrumiyetten kurtulayım diye askere gitmeye karar verdim. Ama Siirt'te askerlik yapmak zorunda kaldım. Altta, öğretmen ve öğrenci arkadaşlarla o yıllara ait bir anı fotografı. Ve Muş Kız İlköğretmen Okulu'nun merkezdeki taş binası. Sonradan Muş İlköğretim Okulu olmuş. 


























Asıl iz bırakan anım yıllar sonra gerçekleşti. Hacettepe Üniversitesi'nde çalıştığım yıllarda zaman zaman Üniversite sınavlarında ÖSYM gözlemcisi olarak başka kentlerde görevlendirilirdik. 2000'li yıllardaydı sanırım ilk göz ağrım olan Muş'a gitmek için istekte bulundum. Kabul edildi ve Muş'a gittim. Aradan yıllar geçmişti. Kent biraz değişmişti. Anılarım geldi gözümün önüne. Muş İl sınav komisyonu başkanlığına gidip beni eski İlköğretmen Okulu'nda da görevlendirmelerini rica ettim. Pazar'ı bekleyemedim, Cumartesi'den gittim okuluma. Merak ediyordum. Bir görevli karşıladı. 1974 yılnda bu okulda Resim öğretmeni olarak çalıştığımı, yarın da gözlemci olarak geleceğimi söyledim. Öğretmen odasına falan baktım, çıktım.

Pazar günü ilk işim okuluma uğramak oldu. Kapıda "hocam" diyerek elime sarılan, saçları kırlaşmış bir öğretmen karşıladı beni. Kendini tanıttı. 1974'de öğrencim olduğunu şimdi ise bu okulun müdürü olduğunu söyledi. Kıvanç duydum. Beni müdür odasına çıkardı ve çekmecesini açıp İlköğretmen Okulu diplomasını çıkardı. İşte bu benim öğrencimdi. Öğrencilik yıllarının fotografını ve ellerimle yazdığım diplomasını görünce çok duygulandım. Zaten bunları görmek için gelmedim mi Muş'a?

"Hocam öğlen konuğumsunuz, birlikte yemek yiyeceğiz, hemen şurada okulun karşısındaki park restaurantta. Hem haber verdim sizin çok sevdiğiniz öğrenciniz Turgut da gelecek" dedi. Kabul edilmez mi bu teklif? Öğlen buluştuk. Yemek siparişlerimizi verdik. Sohbet ediyoruz. "Bu gelen Turgut mu dedim" ses yok. Ama o geldi boynuma sarıldı. Hocam deyip elimi öpmeye kalktı ak saçlı Turgut. Vefalı öğrencim Turgut zorla öptü elimi ve karşıma oturdu. Ben de çok duygulanmıştım. "Turgut sen neden bir şeyler yemiyorsun?" dedim. Turgut'un yanıtı: "Ben seni görmişem, doymuşam"

Bu öğretmenlik mesleği başka bir şey. Dokunduysan bir öğrencinin yüreğine, yıllar geçse de dokunur o da senin yüreğine. Bu da bizim zenginliğimiz işte. Ne mutlu.

8 Ağustos 2024 Perşembe

Azığı Eşeğe Yedirdik

Azığı Eşeğe Yedirdik / Anılar 3

Hasip Pektaş, 2024

Sanırım13-14 yaşlarındaydım. Aylardan Ağustos ya da Eylül. Hamdi abimin kayınbiraderi Hacı (Kazım) Türkmen ile anlaştık. Onların yerbağına üzüm toplamaya gideceğiz. Akşam Türkmen bağında yattık. Sabah erkenden kalkıp yola düşeceğiz. Saat var mıydı, kurduk mu hatırlamıyorum.

Farkında değiliz, sabah biraz fazla erken kalkmışız. Eşeğe küfeleri yükledik, koyduk azığımızı küfeye, düştük yollara. Hava zifiri karanlık. Mezarlıktan geçerken dualar okunuyor. Korkudan ıslıklar çalınıyor. Türküler çığrılıyor. "Cevizin yaprağı dal arasında" falan.

Neyse Mahallealtı'na vardık. Yerbağ orada. Ama hava hala karanlık. Nasıl toplayacaksın üzümü? Kendi kendimize söylendik, ne zorumuz vardı sanki karanlıkta yollara düştük diye. En iyisi yatıp uyumak. 

Bağladık eşeği bir ağaca. Girdik küfelara birer birer. Uyuduk. Ana baktık öğlen olmuş, güneş tepemizde. Telaşla kalktık. Bi baktık ki eşek yok. Eyreti bağladığımız ipi çözmüş, bir güzel de kahvaltısını yapmış. Anlayacağınız azığımızın poşeti kalmış geriye. O azık küfede kalsa ne olurdu sanki? Düşüncesizlik. Gel ye diye duvarın başına koymuşuz adama. Afiyet olsun da nerede bu eşek? Eşek oğlu eşek.

Ara, ara, ara. Aç acına hem de. Neyse bir duvar dibinde bulduk da sevindik eşek oğlunu. Ama karnımız gurulduyor. Sorsak niye yedin bizim azığı diye. Kesin der ki "benim acıkacağımı düşünmediniz mi? Küfeleri taşıyan ben, bir de aç mı kalaydım?" Eşek bu. Dili olsa böyle derdi kesin.

Eeee geriye boş dönülmez. Topladık aç acına üzümleri. Bir yandan da yiyoruz. Ekmeğin yerini tutmasa da. Neyse yükledik küfeleri. Mahallealtına uğrayalım da bir şansımızı deneyelim dedik. Çaldık ilk kapıyı. Kapıyı açan teyzeye anlattık zavallı durumumuzu. Acıdı elbette. "Vah guzular" dedi. Bölüşür ekmeğini, keşini benim güzel yürekli teyzem. Birer çomaç, birer ayran. Öl de öleyim. Bundan daha unutulmaz, lezzetli bir ziyafet var mı ki? Unutmam. Unutamam. Bak yazdım işte.

Bulsam da elini öpsem o teyzemin. Sağ olsa keşke.



29 Haziran 2024 Cumartesi

Göbet Günleri

Göbet Günleri / Anılar 2

Hasip Pektaş, 2024

Ben yüzmeyi göbette öğrendim. Göbet, suyu biriktirmek, belli derinlikte yapay bir gölcük oluşturmak için için akarsuyun önünü kesme, set yapma ile oluşur. Ermenek suyu bol bir kasaba. Her yerden şırıl şırıl sular akar, dereler geçer. O dereler ki bağlardaki sebzeleri sulamaya da yarar. Göbet ya kendiliğinden kayaların altında, küçük şelalelerin önünde oluşur ya da çocuklar yüzebilmek için dallardan buldukları çapulardan uygun bir yerin önü kesilerek oluşur. Ermenekli her çocuğun yaşamında bir göbet macerası mutlaka vardır. Yazın nerede serinlesin? Ya Göksu nehrine gidecek ya da göbete. 

İlk defa benden 5 ve 10 yaş büyük olan abilerim götürdü göbete. "Hadi lan seni de götürelim göbete" dediler. Düştüm peşlerine. En iyi göbet Türkmen bağının altından geçen Cumma deresindeymiş. Biladanların arasından epeyi bir yürüyüp vardık göbet denilen küçük havuza. Abilerim iri yarı adamlar. Derin yerde ayakta dursalar da batmıyorlar. Ben de hevesliyim ama korkuyorum. Sen misin korkan. "Gel lan" deyip tuttular kollarımdan götürdüler en derin yere bırakıverdiler. Bağırıyorum, çırpınıyorum, su yutuyorum. Umurlarında değil. Çırpına çırpına kenara geldim ama heyecanlıydı. Demek yöntem böyleymiş. Belki de onlara da büyükleri böyle yaptı.

Neyse daha sonra yaşıtlarımla yalnız gitmeye başladım. Onlardan öğrendim ki su gabaklarıyla bu iş kolay oluyormuş. Buldum bağdan iki su gabağı. Araya bir ip. Koltuk altlarına sıkıştırıp başladım debelenmeye. Şimdiki çocukların deniz simidi yerine geçmişti gabaklar.

Güzel günlerdi. Elbette başka zenginlikleri de vardı. Örneğin bir gün her zaman olduğu gibi donları çıkarıp göbete girmiştik. Derenin üst yamacında bağı olan bir teyze ya da genç bayan rahatsız olmuş olacak ki "Hınzırın enikleri defolun. Dal daştak suya girilir mi" diye bizi taşa tutmuştu. Gayaların govuklarına saklanacağız diye epeyi uğraşmıştık.

Çocukluk işte.

















23 Nisan’ın Anlamı ve Önemi

23 Nisan’ın Anlamı ve Önemi

Prof. Dr. Hasip Pektaş*



23 Nisan deyince aklımıza “Ulusal Egemenlik” gelir. Peki nedir egemenlik?
Dilimizde “hakimiyet” sözcüğü ile eşanlamlı olarak kullanılan “egemenlik”, hükmeden, buyuran, buyruğunu yürütebilen üstün bir gücü ifade eder. Egemenlik, devleti başka tüzel kişiliklerden ve örgütlenme biçimlerinden (örneğin şirketlerden, derneklerden, kulüplerden, çetelerden, din ve mezhep birliklerinden, feodal bağlılık ve yönetim birimlerinden) ayıran özelliktir. Devletler bağımsız ve egemen olurlar; egemenliğin kaynağı ulustur.

Egemenlik kavramı, 1789 Fransız Devrimi’nden önce, kralın devlet gücüne tek başına sahip oluşunu meşru bir temele oturtmak, monarşinin hukuki açıklamasını yapabilmek için Fransız hukukçu Jean Bodin (1530-1596) tarafından ortaya atılmıştır. 1576'da yayımladığı “Devlet'e Dair Altı Kitap” adlı eserde Bodin egemenliği "Devlet'in mutlak ve kalıcı gücü" olarak tanımlamıştır. "Mutlak", egemenliğin bölünemeyeceği ve paylaşılamayacağı anlamındaydı (ancak bu mutlaklık sadece kamu hakları alanındaydı ve bireyin özel haklarına tecavüz edemiyordu). "Kalıcı" olması ise bu gücün hükümdarın ölümü ile sona ermediği ve bireylerden bağımsız olduğunu gösteriyordu. Egemenlik belirtilerinin bir bölümünü hükümdar şahsen kullanabilir, bir bölümünü memurlarına ve kurumlara kullandırabilirdi. Ancak egemenliğin kendisi devredilemezdi.

O tarihte egemenlik dini ve ilahi bir kaynağa bağlanıyordu: Kral, tanrının isteği ile, egemendi. Devletin bütün gücü kralda toplanmıştı. XIV. Louis’in “Devlet benim” sözüyle anlatmak istediği buydu. “Devlet benden ibarettir” anlayışıyla hareket eden bir krallık yönetimi ve krallığa destek konumunda olan toprak sahibi kilise, her türlü haktan yoksun halk, feodalite rejiminin erimesine rağmen hala geniş toprakları elinde bulunduran aristokratlar ve bu topraklarda kimin için çalıştığını bilmeyen “köle” durumundaki köylüler bulunmaktaydı.

Fransız Devrimi “egemenlik” kavramını eski hukuktan aldı; hanedan yerine millete verdi.
Jean-Jacques Rousseau (1712-1772), köklü felsefi temelleri olan “doğal hukuk” ve “toplum sözleşmesi” gibi kavramları gündeme getirerek, entelektüeller arasında etki yarattı ve bu kavramların siyasal hayatta gerçekleşebilmesi için mücadele verdi. Bu nedenle fikirleri geniş kitleleri etkileyebilmiş ve Fransa’yı kısa sürede devrime sürüklemiştir. Fransız Devrimi aydınlanmacı düşünürlerin bir eseridir.


Rousseau’ya göre egemenlik devredilemez ve temsil edilemez. Egemenlik koşulsuz halka aittir. Halk ile egemen kişi aynı olmadıkça demokratik yönetim gerçekleşmez. Nasıl ki özgürlük bireyin vazgeçemeyeceği bir hak olarak karşımıza çıkmakta ise egemenlik de halkın devredemeyeceği bir haktır. “Halk kendi iradesinden bıraktığı (vazgeçtiği) anda halk olmaktan çıkar ve egemenlik bir efendiye geçer.” Rousseau, halkın doğrudan kendisini idare edebileceğinden hareketle içinde yaşamış olduğu Cenevre örneğinden de esinlenerek doğrudan demokrasiyi savunmuştur. Netice itibariyle temsili demokrasileri “seçilmiş aristokrasiler” olarak nitelendirmiş ve milletvekillerini de halkın temsilcileri değil, görevlileri olarak tanımlamıştır.

Ama diğer yandan Rousseau, bu görüşüyle çoğunluğun azınlığa tahakkümüne yol açtığı gerekçesiyle ciddi eleştiriler almıştır. 1 Aralık 1921’de Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada Rousseau’nun fikirlerini baştan sona incelediğini belirten Mustafa Kemal, onun hayali, hatta çılgınca bulduğu bazı fikirlerine katılmamış, fakat milli egemenliği gerçekleştirmek için onun düşüncelerinden gereken ölçüde yararlanmıştır.

Milli Egemenlik

Milli egemenlikte iktidar kaynağını milletten alır. Başka bir deyişle egemenliğin bir kişiye, gruba ya da çoğunluğa değil, bütün millete ait olmasıdır. Millet ise kendisini oluşturan fertlerin üstünde onlardan ayrı ve bağımsız bir şahsiyettir. Vatandaşlar egemenliğin kendilerine düşen parçasına sahip değillerdir. Tek egemen millettir. Bu anlamda milli egemenlik milletin fertlerini bir araya getiren, onlara yön veren, herkes tarafından kabul edilen, itaat edilen bir güçtür.

Milli egemenlik anlayışının en önemli sonucu temsili sistemdir. Millet bir araya gelip iradesini açıklayamaz. Milli irade ancak temsilciler vasıtasıyla açıklanabilir. Temsilciler belli bir bölgenin değil, bütün milletin temsilcileridir. Bunun tabii sonucu olarak da oy vermek halk egemenliğinde olduğu gibi bir hak değil, görevdir. Egemenlik bölünemez, devredilemez nitelikte olduğu için temsilciler iradelerini açıklarken herhangi bir kayıtla, şartla sınırlı değillerdir; seçmenden emir ve talimat almazlar, milletten aldıkları iktidarı serbestçe kullanırlar.

Millî Mücadelede kendini gösteren milli egemenlik anlayışı, her şeyden önce Türk Milletinin yukarıda belirttiğimiz özelliklerinden ve bu özelliği gayet iyi bilen Mustafa Kemal Atatürk’ün dehasından kaynaklanmıştır. Atatürk, liberal ve tarihi milliyetçiliği bir bütün olarak ele almış ve milli egemenliği bu bütün üzerine kurmuştur. Bu dönemde egemenliğin kayıtsız şartsız Türk milletine verilmesi, monarşiden cumhuriyete geçerken İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e bir boşluk bırakmamak içindir. Bunun için de Kurtuluş Savaşı başarıyla yürütülmüştür. Yine egemenliğin meclis eliyle kullanılması hem çözüm bekleyen meselelerin hemen ve etkili bir şekilde çözümlenmesini sağlamış, hem de toplumu temsil eden grupların yeni siyasi sistemde temsiline imkân tanımıştır.

Bilindiği gibi, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra yurdumuz İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar ve Yunanlılar tarafından işgal edildi. Osmanlı Devleti'nin yöneticileri de bu işgale boyun eğdi. Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkarak, ulusumuzu bu haksız işgale karşı direnmeye, karşı koymaya çağırdı. 1919 Amasya Genelgesi ile ilân olunan, "Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" parolası, Erzurum Kongresi'nde, Sivas Kongresi’nde de benimsenmiş ve Büyük Millet Meclisi'nin kuruluşunun temel dayanağı olmuştu. Erzurum ve Sivas kongrelerinden sonra, bütün direniş güçleri, tek bir savunma çatısı altında toplanmıştı. Düşmana karşı bir "Kurtuluş Savaşı" başlatılmıştı.

Savaşın yönetimi ve kurtuluşun gerçekleşmesini sağlayacak çalışmalar için bir "Temsil Heyeti" seçilmiş, başına da Mustafa Kemal'in getirilmişti. Mustafa Kemal başkanlığındaki heyet, 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelerek, çalışmalarını orada sürdürmeye başlamıştı. Ankara, çalışma merkezi olarak çok uygun bir konumdaydı. İşgal altında değildi. Düşmana karşı kurulan Batı cephelerine yakındı. Ayrıca, her bölgeyle bağlantı kurabilecek bir demiryoluna sahipti. O sıralarda, İstanbul'da da bir Meclis vardı. Ama Osmanlı padişahı ve hükümetine bağlı olarak çalışan bu Meclis, kendisinden bekleneni verecek özgürlükte ve güçte değildi. Mustafa Kemal, bu Meclisin er geç dağılacağını düşünüyordu. Nitekim öyle de oldu, İngiliz işgal birliği Meclisi dağıttı. Bazı milletvekilleri tutsak edilerek Malta'ya sürgüne gönderildi. Bazıları da ulusal kurtuluş hareketine katılmak üzere Anadolu'ya kaçtı.

Mustafa Kemal, Ankara'da ilk iş olarak, Padişah ve düşman gölgesinden uzak, özgürce çalışabilecek bir Meclisin toplanmasına karar verdi. İstanbul'daki Meclisin dağıtılması üzerine, çalışmasını hızlandırdı. 19 Mart 1920'de illere yaptığı bir çağrıyla, Ankara'da toplanacak olağanüstü yetkili Meclise, 5’er temsilci seçilerek gönderilmesini istedi.

Mustafa Kemal, 21 Nisan 1920'de yayınladığı bildiriyle Büyük Millet Meclisi’nin Ankara'da, 23 Nisan günü toplanacağını duyurdu. 22 Nisan'da yayınladığı başka bir bildiriyle de toplanacak Meclisin tüm yönetim ve askeri sorunların merkezi olacağını açıkladı.

23 Nisan 1920 tarihi, Birinci Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı ve Türk halkının egemenliğinin ilan edildiği tarihtir. Mustafa Kemal, bu tarihi dönüm noktasını şöyle değerlendirir; “23 Nisan, Türkiye için milli tarihin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır. Bugün, bir cihan düşmana karşı ayağa kalkan Türkiye halkının Türkiye Büyük Millet Meclisini vücuda getirme hususunda gösterdiği harikayı ifade eder."

Açılış, duyurulduğu gibi 23 Nisan'da yapıldı. Meclise 115 temsilci katıldı. Büyük Millet Meclisi'nin ilk benimsediği ilke şu oldu: "Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir; millet bu hakkını Meclis aracılığıyla yürütür. Meclis'in üstünde bir güç yoktur."

Sarayın bakış açısından çok farklı olarak, Mustafa Kemal’in gözünde, Türk milleti bir çobanın yönettiği sürü değildir. Tarihin en şerefli milleti olan Türk milleti egemenliğin tek ve gerçek sahibi olmaya layıktır. (Bir not: Mebus arkadaşlarıyla padişaha uyarıda bulunmak isteyen Rauf Bey’e Vahdettin der ki; “Rauf Bey, Rauf Bey, bir millet var, koyun sürüsü… Buna bir çoban lazım… O da benim.”)

Dönüm Noktası

23 Nisan, tarihimizin dönüm noktalarından biridir. Egemenlik hakkının Padişahtan millete geçtiği bir gündür.
Milletimiz, bu hakkını, yurdumuzu ele geçirmek isteyen dış düşmanlara ve bunlarla iş birliği yapma aymazlığına düşmüş olan padişahlık yönetimine karşı savaşarak kazanmıştır. Bu nedenle, egemenliğimiz, ulusal varlığımızın başında gelir.

1919 ile 1922 yılları arasında olup bitenler, milletin olaylara ve saltanata bakışını çok değiştirmiştir. Ziya Gökalp’in 1922’de yazdığı şu mısralar, Atatürk’ün bayrak yaptığı Milli Egemenlik ilkesinin zihinlerde ve gönüllerde nasıl yer ettiğini gösterir:
“Hükümet halkındır, sultanın değil;
Ferman Milletindir, Divan’ın değil…
Teşri (yasama), kaza (yargı), icra (yürütme): her hak onundur.
Taht onun, taç onun, toprak onundur…”

1891’de öğrencilik yıllarında yazığı bu şiir de Sultan’a karşı milletin haklarını dile getirir:
“Tarlada, tezgâhta çalışan biziz.
Hudutta can veren, boğuşan biziz,
Bu devlet, bu millet, bu vatan biziz,
Ey Sultan, sen çekil, hükümran biziz.
Kükreyen aslana zincir takılmaz,
Vatanın mahvına kayıtsız kalınmaz,
Bir saray yıkılır, bir mülk yıkılmaz,
Ey Sultan, sen çekil, hükümran biziz.”

Millet egemenliğini gerçekleştirme yolundaki en büyük adım Büyük Millet Meclisi'nin kurulması olmuştur. Meclis'in yapacağı çalışmalar, yurdun düşmandan kurtarılması ve bağımsız bir Türkiye'nin kurulmasına yönelikti. Bu amacın gerçekleşmesi kolay olmadı. Çalışmalar, tam bir demokratik hava içinde yapıldı. Her iş, titizlik içinde yürütüldü. Üyeler, yapılan işleri, yakından izlediler. Bakanların her kararını, kılı kırk yararcasına incelediler, eleştirdiler. Kimi zaman Mustafa Kemal'den bile hesap sordular. Ulusumuzu kurtuluşa ulaştırmak, ilk anayasayı yapmak ve Cumhuriyet'i kurmak, bu tarihsel Meclis'in, onurlu görevlerinin başında gelir.

Görüldüğü gibi 1921 Anayasası’nda ifadesini bulan “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesi, Avrupa’daki akımların ve güçlü devlet şekillerinin Türk İnkılâbının lideri Atatürk’ü etkilemiş olmasından ziyade, eski meşruiyet teorilerine dayanarak devletin yönetilmesinin imkânsızlığı ve milli devlet şuuru ile Millî Mücadelenin top yekûn kazanılması azmidir. Bu bakımdan Türkiye’de milletin egemenliği ilkesi, sadece yabancı birtakım kaynaklardan kopya edilen, onlara heves edilerek alınan bir ilke değildir. Bu ilke Fransız Devrimi’nin getirdiği fikir akımlarının sonucu olmaktan çok, Türk toplumunun kendine has gelişiminin ürünüdür. Millî mücadele savaş alanında kazanılmıştır. İkinci evredeki milli mücadele aydın önderlerin de katkısıyla çağdaşlaşmak, kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak olacaktır. Toplumu geri bırakan zincirleri kırmak, ilerlemeye set çeken engelleri ortadan kaldırmak bir gerekliliktir. Devrimlerin ışığında zaman geçirmeksizin atılımlar yapmak, bu atılımları Türk milletinin yaşam biçimi hâline getirmek en önemli hedefler olmuştur.

İtiraf etmek gerekir ki, milli egemenlik fikrini klasik şekli ile savunmak çok güçtür. Ancak günümüzde bu ilkenin değeri hukuki olmaktan çok siyasidir. Şu da unutulmamalıdır ki, “milli egemenlik fikri bugün demokrasinin tatbiki mümkün olan yegâne şeklidir”. Ancak bazı kavramları da karıştırmamak gerekir. Seçimler sonucu ortaya çıkan irade milli irade değil, çoğunluğun iradesidir. En büyük tehlike, milli irade varsayılan kavramların arkasına sığınarak Parlamentoda çoğunluğu elinde bulunduranların kendilerini bütün milletin temsilcisi olarak görerek, demokratik olmayan düzenlemeler yapabilmesidir. Aslında milli irade bu olmayıp, iktidar-muhalefet bütünü olarak algılanmalıdır. Milli irade, milli egemenlik bunalımlardan kurtulmanın gerçek yoludur. Millete inanıldığı, güvenildiği, millete gidildiği takdirde millet bunalımlara son verecek, meseleleri çözecektir.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 3 Mart 1924’te halifeliğin de kaldırılmasıyla 1919’da başlamış olan “milli egemenlik” hareketi doğal sonucuna ulaştı; egemenliğin bütünüyle millete ait olduğu ilkesi, beş yıl süren bir gelişme sonucunda, devlet yapımıza tam olarak yansımış oldu.

1982 Anayasasında 6. maddesinde Egemenlik aynen şu şekilde yer alır: “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.”

“Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.” Bu söz, Mustafa Kemal Atatürk’ün, kurduğu cumhuriyeti, halk egemenliğine dayandırdığını ifade etmesi olarak değerlendirilebilir. Zira Atatürk’ün büyük emek ve gayretleri neticesinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Egemenliğin tek sahibi doğrudan milletin kendisidir. Egemenlik, hür olmak, yetki sahibi olmak, hâkimiyet sahibi olmak gibi anlamlara gelmekle birlikte siyasal anlamda egemenlik ise bir topluluğun veya bir devletin ülke üzerinde sahip olduğu yetkilerin tümü olarak açıklanabilir. Ulu önder Mustafa Kemal Atatürk, işte bu yüzden-kurduğu cumhuriyet açıkladığımız bu özelliklere sahip olduğundan- egemenliğin halka ait bir unsur olduğunu dile getirmek maksadıyla “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” demiştir. Türkiye’de egemenlik fikri esasen Kanun-i Esasi ile ilk defa ortaya konmuş, bu fikrin hayata geçirilmesi ise TBMM’nin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul etmesiyle olmuştur. Kanunda yer verilen “Egemenlik koşulsuz ve sınırsız olmak kaydıyla milletindir.” prensibi sayesinde halk ve yönetim adına yeni bir devir başlamıştır. Millet iradesi, fertlerin iradelerinin bir araya gelmesinden ve kaynaşmasından oluşmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk, 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’daki şu sözleri ile halk egemenliğine yeniden ışık tutmakta ve şöyle demektedir: “…. Bu büyük zaferin türlü tesirleri üstünde en önemlisi ve yükseği, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmağa mahkûmdurlar.”

Artık 23 Nisan’lar bayram olarak kutlanmaya başlandı. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu anlamlı günü çocuklara armağan etmesiyle 23 Nisan, 1929 yılından itibaren “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanır oldu. UNESCO'nun 1979 yılını ''Çocuk Yılı’’ ilan etmesi, 23 Nisan'ın uluslararası boyuta taşınmasına, dünya çocuklarıyla birlikte kutlanmasına fırsat verdi. TRT Uluslararası 23 Nisan Çocuk Şenliği yaklaşık 50 ülkenin çocuklarının katılımıyla düzenlenmektedir. Bu önemli gün; aynı zamanda tüm dünya çocuklarının sevgi, kardeşlik ve dostluk bağlarının güçlenmesini de sağlamaktadır. Dünyada, çocuklara bayram hediye eden ilk ve tek ülke Türkiye'dir. Bunun en büyük nedeni ise Ulu Önder Atatürk'ün, çocukların milletin geleceği olmasını düşünmesidir. 23 Nisan'ı onlara armağan etmesi ise onlara duyduğu sarsılmaz güveni ve sevgiyi sembolize etmektedir. Bu yüzden yeni nesillerin 23 Nisan'ın önemini bilmesi, cumhuriyet bekçilerinin bilinçli bir şekilde yetişmesi için önemli bir vesiledir.


"Çocuklar geleceğimizin güvencesi, yaşama sevincimizdir. Bugünün çocuğunu, yarının büyüğü olarak yetiştirmek hepimizin insanlık görevidir." diyen Mustafa Kemal Atatürk, onlara hitaben de "Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz." demektedir.


Bir milletin temel taşı çocuklardır. Çocuklara gereken önemin verilmesi hem kendileri hem de ülke ve dünya geleceği için oldukça önemlidir. Ancak, Çocuklar Geleceğimizdir. denilmesi yetmez. Çocukların okul öncesi eğitimden başlayarak eşit fırsatlarla, laik, bilimsel eğitim almalarının sağlanması, onların ihmal ve istismarının, çocuk yaşta evliliklerin, çocuk işçiler sorunlarının önlenmesi gerekmektedir.

Nazmi Ziya (1881-1937), “23 Nisan”, 1936, Yağlıboya

Türkiye’nin de dahil olduğu 196 ülkenin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi der ki; Çocuğun toplumda bireysel bir yaşantı sürdürebilmesi için her yönüyle hazırlanmasının, barış, değerbilirlik, hoşgörü, özgürlük, eşitlik ve dayanışma ruhuyla yetiştirilmesinin gerekliliğini göz önünde bulundurarak, (Madde 3) Taraf Devletler, çocuğun esenliği için gerekli bakım ve korumayı sağlamayı üstlenirler. (Madde 28) İlköğretimi herkes için zorunlu ve parasız hale getirirler. (Madde 33) Çocukların uluslararası uyuşturucu maddelerin yasadışı kullanımına karşı korunması amacıyla, yasal, sosyal ve eğitsel her türlü önlemi alırlar. (Madde 34) Çocuğu, her türlü cinsel sömürüye karşı korumak, yasadışı cinsel faaliyetler için kandırılmasını veya zorlanmasını önlemek için her türlü önlemi alırlar. Demektedir ama yeterince uygulanıyor mu? Olumlu yanıt vermek zor.


Ahmet İhsan Pınarbaşı (7 Yaş) 2021 Yılı Çankaya Belediyesi 23 Nisan Resim Yarışması Birincisi

Çocukların korunması ve onlara gereken ilginin gösterilmesini sağlamak açısından çocuk hakları çok önemlidir. İnsanlığın mutluluğu ve dünyanın güzel geleceği, çocukların korunmasına ve sevgiyle büyümesine bağlıdır.

Demokrasi, uzlaşma, anlaşma rejimidir. Demokrasilerde kişiler geçici, müesseseler ise devamlıdır. Milli egemenliğe inananlar, hür demokratik rejimden başka yol tanımazlar. Ancak bu şekilde millet varlığını devam ettirir, demokratik müesseseler ayakta kalabilir ve hiçbir şekilde milli irade ipotek altına alınamaz.

Çağdaş siyasi düşünürler, haklı olarak, her parlamentoda bir çoğunluğun bulunduğuna; fakat muhalefet partisine veya partilerine ancak gerçekten demokratik olan ülkelerin parlamentolarında rastlandığına dikkat çekerler. Tarihte birçok diktatör, başlangıçta halkın büyük çoğunluğunu arkasında sürükleyerek ve seçimle iş başına gelmişlerdir. Napolyon da Hitler de seçimle göreve başlamışlardır. Birçok diktatör, muhalefeti susturup, bütün resmi propaganda araçlarını ve devletin güçlerini seferber ederek, yapay bir çoğunluk sağlamayı başarmıştır.

Gerçek demokrasi, insanlara korkudan uzak şekilde yaşama olanağı sağlayabilen tek rejimdir. Demokrasilerde faşist ve komünist totaliter rejimleri ayırmak için kullanılan bir benzetmeden bahsedelim: “Hür bir ülkede sabahın erken saatinde kapısı vurulan yurttaş sütçünün geldiğini; totaliter bir ülkede ise, erken saatte kapısı vurulan kişi gizli polis geldiğini düşünür.” Çünkü, devletin adı “Halk Cumhuriyeti”, “Demokratik Cumhuriyet” de olsa, uygulanan rejim gerçekte totaliter ise, ülkede hürriyet değil, korku egemendir.

Kaynakça:

Akyılmaz, Bahtiyar. (1997). Milli Egemenlik Kavramının Gelişimi. Selçuk Üniversitesi

Feyzioğlu
, Turhan. (1999). Türk Millî Mücadelesinin ve Atatürkçülüğün Temel İlkelerinden Biri Olarak Millet Egemenliği. Atatürk Araştırma Merkezi

Işık,
S. (2017).
J. J. Rousseau ve Egemenlik Anlayışı Üzerine, İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:8 Sayı:2

Oyan, Oğuz. (2012) Egemenlik Milletin mi, Emperyalizmin mi? https://www.odatv4.com/analiz/prof-dr-oguz-oyan-egemenlik-milletin-mi-emperyalizmin-mi-25672

Tansel
, Fevziye Abdullah. (1977). Ziya Gökalp Külliyat-I, Şiirler ve Halk Masalları. Türk Tarih Kurumu Yayınları.

UNICEF
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme.
https://www.unicef.org/turkiye/çocuk-haklarına-dair-sözleşme

Yücel
, Yaşar. (1988). Atatürk İlkeleri. Türk Tarih Kurumu: Belleten Dergisi, Cilt LII, Sayı 204, Sayfa 810-824.


23 Nisan’ın
Anlamı ve Önemi,
https://aliyepozcuilkokulu.meb.k12.tr/icerikler/23-nisan-bayrami_9570885.html#

23 Nisan
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı,
https://tr.wikipedia.org/wiki/23_Nisan_Ulusal_Egemenlik_ve_Çocuk_Bayramı

 

* İstinye Üniversitesi, İletişim Fakültesi, Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Öğretim Üyesi, İstanbul Ekslibris Derneği Başkanı, İstanbul Ekslibris Müzesi Müdürü


19 Haziran 2023 Pazartesi

Memleketi Göresim Var / Şiir


Memleketi Göresim Var
Hasip Pektaş

Şöyle alıp başımı bi gedesim var.
dağ bayır demeden dolaşasım,
çocukluğumun geçtiği yerleri,
Ermenek’i çokça göresim var.

Geysiliğin turasında dokuz daş oynayasım,
Keben'den inen davarları bi daha sayasım,
o mağara senin, bu in benim deyerek;
tapırdayıp durasım, çokça da gezesim var.

Karaağaçdaki kuş yeniği üzümleri,
yay gibi dalını eğmiş şo çatlak narı,
çengelin yetişemediği o bal yemişi,
dirseğime kadar aksa da ah o gara dutu,
goparıp goparıp yeyesim var.

Şimdilerde yerinde yeller esiyor amma,
yemyeşil Tekeçatı’ndaki o çayda,
bi daha balık tutup arkadaşlarımla
yeyip içip de, piknik yapasım var.

Koz Oluğu’na davar gütmeye gedesim,
şöyle bi çelik çomak oynayasım,
ineği kaçırınca da ağamdan gene dayak yeyesim var.

Acıkınca soğan ile keşi yufka ekmeğe sarasım,
dönüşte Yumru Tepe koyaklarından
bıçıngıcık gar doldurup çıkınıma;
bi güzel gar hoşafı yeyesim var.

Gayrı Delallar diye bi şey kalmadı.
Amma bi biladan ağacından çatalından
Göksu’ya atlayasım, yunasım, yüzesim var.

Hatta saklandığım yerden goca bi daşı suya atasım,
rahmetli Haceli’nin "ülen sudan çıkmadı,
boğuldu mu ne" diye telaşlanmasını
bi daha göresim var.

Gene göbete gedesim,
donları çıkarıp da çimesim var.
Yukardaki bağdan teyzenin, "hınzırın enikleri"
diye daşa dutmasını gene göresim var.
Govuklarda bi daha saklanasım var.

Arkadaşım Emin’e haydi bağa gediyoruz deyesim,
yolda giderken silah sesiyle kendini yere atmasını,
arkasından benim kapaklanmamı görünce,
dalga geçip gülmesini yeniden yaşayasım var.
Harmanda uyurken, yengecin yüzüme gelmesine
"çek elini be Emin" diye bağırıp,
sonra bi çığlık atıp, zıplayasım var.

Ortaokulun önünde gazoz döğüştüresim var.
Yaramazlık yapıp, Adnan Bey’den tokat yeyesim,
merdivende arkadaşlarla gasketli, gravatlı,
bi daha fotoğraf çekdiresim var.

İlkokulda süt tozu ekmek, süt guyruğuna giresim,
öğretmenim Emin Alper’in,
"goca gulaklı Hasippp" diye bağırıp,
gulağımı çekmesini gene göresim var.

Sayfalara sığmaz bu göresim gelenler,
ya ölürüz, ya galırız, bilinmez amma
bu sene bi daha Ermenek’e gedesim var.

Vakti gelince de anamın yanına yatasım var.

6 Haziran 2023, İstanbul



13 Şubat 2023 Pazartesi

Cıngıldak ve Elicek

Cıngıldak ve Elicek /  Anılar 1

Hasip Pektaş, 2023

İlkokul yıllarındaydı. Bağdaydık. Sabah yokuş yukarı akşam eniş aşşağı gider gelirdik. O gün Zıbçık dedem bize gelecekti. Anam okuldan çıkınca doğru bağa gelmemi sıkı sıkıya tembihlemesine karşın dikkate almayıp akrabamız olan Hacı'ların (Hamdi ağabeyimin kayın biraderi Kazım Türkmen) Kızılkaya Bağarası'ndaki cıngıldağa binmeye gittim. Çocukluk işte. Belki de Zehra yengemin de orada olmasını bahane edip anamın azarlamasından kurtarırım diye düşündüm. Ya da Hacı'nın ikna edici konuşmasından etkilendim de cıngıldak sefası sürmek istedim. 

Cıngıldağı biraz anlatmakta yarar var. Anadolunun pek çok yerinde çocukların ve elbette hep çocuk kalmayı beceren yaşlıların da keyifle bindikleri bir oyuncak. Tahtaravallinin atası yani. Özellikle bağ yerinde ve özellikle harman sonrası harman yerinde kurulur. Harmanın göbeğine açılan çukura "sibek" denilen bir ucu kurşun kalem gibi sivriltilmiş bir metre yükseklikteki ağaç gömülür. Yanları özellikle taşlarla beslenir ki oynamasın, yan yatmasın. Bir de 2-3 kişiyi rahat taşıyacak 5 metre uzunluğunda düzgün, önceden kabukları soyulmuş ve kurutulmuş galas ağaç hazırlanır. Tercihan varsa düzgün biladan (çınar) ağacından ya da karaağaç dalından kesilir. Gelelim en zorlu işe. Bu uzun ağacın tam ortasında sibeğe oturmasını sağlayacak konik bir delik açılması gerekir. Bağ yerinde matkabı nereden bulacaksın? Bunun da yolu keserle biraz yer açtıktan sonra yanarak çukurlaşana kadar kömür koymaktır. Sabır gerekir elbette. Dikkat kararında bir delik olmalı fazla derin olup da incelirse ortadan kırılıverir. Az derin olursa da sibekten düşü düşü verir. Deneyimli bir büyükten yardım almakta yarar vardır. Bitti mi? Hayır. Uçlara eliçek de çakmak gerek. Oturduğun zaman ellerinle tutunabilmek için yarım metre bir dal öne, bir dal da arkaya çakmak gerekiyor. Bazı yörelerde karın üstü abanıp ayaklarla da yerden hız alarak çıngıldağa binmek tercih edilmekte fakat biz çocukluğumuzda eşşeğe biner gibi oturup, hatta varsa bir çul, midder koyup mabadımızı korurduk. Gelelim işin püf noktasına. Cıngıldak sessiz sedasız binilmez. Bütün bağarası sesini duyması gerekir. Eee binenlere de eğlence olmalı. Bağ yerinde en kolay bulunan bir parça kömür ve iki diş ceviz sibeğin ucuna konup da biraz döndün mü ezilen yağlı ceviz ile kömür cıyır cıyır ötmeye başlar. Belki de ondandır "cıngıldak" denmesi. Bilenler bilir. Zeybekler de o meşhur gösterişli körüklü çizmelerinin taban astarı altına kömür koydururlar. Oyunda döndükçe çizmenin gıcırtısı gelir.
























Konumuz cıngıldak değil elbette. Cıngıldak anımız içindeki acımız. Vardık Kızılkaya'ya. Doğru cıngıldağa. Başka arkadaşlar da varmıydı hatırlamıyorum ama kesin üç kişi olduğumuzu iyi hatırlıyorum. Çünkü biri cıngıldağı çeviriyordu. Hızlandırıyordu. Galiba bir birimize "Asa" diye hitap ettiğimiz İbrahim dayımın oğlu yaşıtım Hacı Ali (Haceli) de oradaydı. Ve biz Hacı ile binerken o çeviriyordu. Hoş bir süre sonra inip kalktıkça ayaklarımızla biz hızımızı artırıyorduk. Cıngıldak gacur gucur dönerken, titizliği hiç eksik olmayan ben ayaklarımdaki kilteli naylon ayakkabımın birinin kiltesi açıldığı için onu takmaya kalktım. Hızla dönen cıngıldakta cambazlık mı yapacaksın be adam. İndiğinde kiltele, ne olacak. Elbette dengemi kaybettim. Sağ işaret parmağım elicek ile galas arasında dururken düşmemek için sol elimle eliceğe yüklenince parmak sıkıştı, dümeyeyim diye direnince iyice ezildi ve yere düştüm. Feryat figan. Koşuşturmalar. Yengemin çığlıkları benimkine karışmış. Şebboy teyzem kolonya bulup gelniş, dökünce çığlık bir kat daha fazla. Neyse bezle de sardılar. Biraz acısı dindi ama benim yürek acısı ne olacak? Bir korku aldı beni. Anama ne diyeceğim şimdi? Biliyorum ki "iyi olmuş" diyecek. "Sen ana sözü dinlemezsen daha başına neler gelecek" Sözleriyle dövecek. Neyse kös kös vardık bağa. Ama sağ el arkada. Göstermiyorum. Ne kadar göstermeyeceksin? Bir gün sonra gördü anam. Diyeceklerini zaten önceden biliyordum. Fazlasını dedi. Keşke dövseydi. Ve bir kaç gün sonra bezi açıp gördü ki işaret parmağının tırnağı çıkmış, ucunda sallanıyor. Yenisi çıkar, üzülme deyip alıverdi düşmek üzere olan tırnağı. Yaş 70 ben o parmağın ucunda minik top gibi duran et ile yaşayıp gidiyorum. Benim sevgili cerrah arkadaşım Dr. Alptekin Albayrak, "gel şunu kesivereyim, çirkinliğinden kurtul" dese de ben asla kestirtmedim. "Beni anılarımdan koparma lütfen. Bahane ile anı tazeliyorum." dedim. Hatta şimdilerde çocuklara şakasına bakın yıllar sonra cep telefonu kullanmada işe yarar diye parmağıma şekil verdirdim diyorum. Gülüyorlar. Eee bu parmak özellikle baskıresim yaparken boya almayan küçük alanlara boya vermede de çok işe yarıyor. Hakkını yemeyelim.

Ah şu kilteli ayakkabı ah.




Öğretmen, Anlamına Uygun Kişi Demektir

Öğretmen, Anlamına Uygun Kişi Demektir / Anılar 5 Hasip Pektaş, Ekim 2024 “Öğretmen”, görevi “öğretmek” olan kişi demektir. Ne öğreteceği bi...